İbrahim Kalın’ın Daily Sabah’taki o yazısı:
Dört haftadan az bir zaman sonra, 24 Haziran’da, seçmen Cumhurbaşkanlığı ve Meclis için oylarını kullanacak. Seçim günü Türkiye’de yeni sisteme geçilirken bazı siyasi ve ekonomik konular ön plana çıkacak.
Geçtiğimiz yıl düzenlenen referandumda kabul edilen yeni sistemde Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ve üniter devlet ilkesi geçerli olacak. ABD sisteminden farklı olarak federalizm uygulanmayacak. Bu açıdan Fransız sistemine daha yakın olan yeni sistem, Başbakanlık kurumunun lağvedilmesi sebebiyle Fransa’dan da farklı olacak. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, yasama, yargı ve yürütme erkleri arasındaki ayrılığı güçlendirecek. Buna göre Meclis yasaları yapıp, hükümeti denetleyecek. Cumhurbaşkanı kendi kabinesinin üzerinde tüm yetkiye sahip olacak; ancak millet tarafından icraatlarından sorumlu tutulacak. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanacak. Bu durum, Türkiye’yi zayıf koalisyon hükümetlerinden koruyacak.
Cumhurbaşkanlığı yarışında birkaç aday yarışıyor. Elbette ciddi bir farkla rakiplerinin önünde bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimi ilk turda kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor. Uzun zamandır seçmen nezdinde popülerliğini koruyan Erdoğan, 16 yıldır sunduğu hizmetler ve gerçekleştirdiği sosyoekonomik dönüşüm neticesinde Türkiye’nin en güvenilir siyasi lideri olmayı sürdürüyor.
Bu güven, Erdoğan’ın icraatlarından kaynaklanıyor. Erdoğan Türk ekonomisini canlandırdı, Gayrı Safi Milli Hasıla’yı üç katına çıkardı, Türkiye’yi dünya pazarlarına açtı, düzinelerce yeni üniversite ve araştırma merkezi açtı, askeri vesayete son verdi ve geçmişte dışlanan ve baskı altına alınan Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin ve diğer toplumsal kesimlerin haklarını tanıdı. Ayrıca 2007 ve 2010’da yaşanan yumuşak askeri ve yargı darbeler ile 15 Temmuz 2016’da Fetullahçı Terör Örgütü tarafından gerçekleştirilen darbe girişimine karşı durdu.
Ayrımcılık yapmadan hizmet sunmak ve insanların kimliklerini ve kültürel geleneklerini tanımak, Erdoğan’ın siyasi düşüncesinin ayrılmaz bir parçası oldu. Bu durumun yansımalarını seçim kampanyasında da görüyoruz. Zaten rakiplerinin önüne geçtiği nokta tam olarak burası. Bir merkez sağ parti lideri olarak Erdoğan etnik, dini veya ideolojik kimlikler etrafında dar bir taban oluşturmak yerine toplumun tüm kesimlerini kucaklamayı hedefliyor. Elbette siyasetin doğası gereği herkes politikalarını beğenmeyebilir; ancak farklı toplumsal ve siyasi gruplar tarafından beğenildiği su götürmez bir gerçek.
Buna karşılık Erdoğan’ın rakipleri, kampanyalarını Erdoğan karşıtlığı üzerinden kurarak onun temsil ettiği her şeye karşı çıkıyor ve kazanmak için onun söylediği her şeyi reddediyor. Geçmişte sonuç vermeyen bu yaklaşım, 24 Haziran’da da işe yaramayacaktır. Seçmen, boş lafları gerçeklerden ayıracak bilgi birikimine sahip. Muhalif figürler puan toplamak için saçma iddialar ortaya attığında veya gerçekçi olmayan sözler verdiğinde bu oyunu bilen seçmenler nezdinde karşılık bulmuyor.
Batı medyasının büyük çoğunluğu, her seçimde Türkiye’deki bu durumu ıskalıyor. Geçmişte Erdoğan’ın kaybedeceğini tahmin ettikleri her seçim Erdoğan’ın zaferiyle sonuçlandı. Muhalif figürleri yeni ve alternatif sesler olarak tanıtıyor; ancak Türk toplumunun sosyal ve siyasi dinamiklerini anlayamıyorlar. Neredeyse istisnasız şekilde okuyucularına Türkiye’nin yanlış bir fotoğrafını sunarak onları yanlış yönlendiriyor; neticede tahmin ve öngörülerinde hatalı çıkıyorlar. Erdoğan’ın geniş toplumsal desteği gibi ana akım gelişmeleri küçümsüyor; marjinal sesleri ise ana akım hareketler gibi tanıtıyorlar. Bu şekilde gazeteciliğe ihanet ediyorlar.
Erdoğan karşıtı her şeyi ‘iyi’ ve ‘makul’ olarak göstermek, iyi veya makul gazetecilik olarak değerlendirilemez. Bunun adı siyasi aktivizmdir. Erdoğan bu tür karalama kampanyalarına alışkın olduğu için geçmişte olduğu gibi bugün de bunlarla rahatlıkla başa çıkabiliyor. Bazı analistler, onun güçlü liderlik tarzını ve siyasi üstünlüğünü otoriterlik olarak değerlendirse de bu ucuz propaganda, sokaktaki vatandaş Erdoğan’ın icraatlarını tanıdığı için başarısız oluyor.
Önümüzdeki günlerde çevre meraklısı Batılı gazetecilerin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 30 orta ölçekli ve beş büyük şehir parkından oluşan “Millet Bahçesi” sözünü nasıl değerlendireceğini göreceğiz. Erdoğan, bu yıl faaliyetine son verilecek olan İstanbul Atatürk Havalimanı’nı bir parka dönüştürmeyi vaat ediyor. 11.7 kilometre karelik alana kurulacak bu park, New York’taki Central Park’ın üç katı ve Londra’daki Hyde Park’ın sekiz katı büyüklükte olacak. Bu açıdan muhtemelen Türkiye tarihinin en büyük ağaçlandırma projesine imza atılacak. Elbette Batı medyasının bu adımı yanlış yorumlamasını ve tamamen gözardı etmesini bekliyoruz. Böylece gazetecilik kisvesi altında siyasi aktivizm yapanlar bir kez daha ifşa olacak.
Sözde Türkiye uzmanları ise Erdoğan’a saldırmaya ve onun rakiplerine destek olmaya devam ediyor. En azından iddialarını bir miktar inandırıcılık, dürüstlük ve gerçekçilikle temellendirmeleri beklenir. Türk ekonomisi hakkında kıyamet senaryoları yazarak, PKK’lı teröristleri övmek, FETÖ reklamı yaparak ve Erdoğan’ın yeminli düşmanlarına asılsız iddiaları ortaya atabilecekleri platformlar sunarak seçmeni 24 Haziran’da Erdoğan’a oy vermekten vazgeçiremezler. Bunu yaparak, ancak mesele Türkiye olunca Batı medyasının gazetecilik ve siyasi yorumculuk standartlarını nasıl düşürdüğünü ortaya koyabilirler.
24 Haziran seçimleri, Türkiye’nin siyasi istikrarını, ekonomik büyümesini ve genel güvenliğini güvence altına almak adına önem taşıyor. Nitekim bunlar yalnızca Türkiye için değil, Orta Doğu, Avrupa ve ABD için de önemli. Önemli bir NATO müttefiki olan Türkiye’nin güçlü olması, müttefiklerinin de güçlü olması anlamına gelir. Aynı şekilde Türkiye’ye yönelik tehditler, NATO müttefiklerinin tamamı tarafından tehdit olarak algılanmalıdır.
Her halükârda 24 Haziran’da son sözü birtakım medya kuruluşları ve çıkar grupları değil, Türk seçmeni özgür iradesi ve kararıyla söyleyecek.
0 yorum :
Yorum Gönder